Bodrum’dan Mikonos’a

Bu yaz kış aylarından program yapıp, uzun zaman dilimi içinde Mikanos da kalmayı planladık. Seneler önce Mikanos’a gelmiştik, ama bir bütün gün ve gece geçirip; gemimize dönmüştük,  kalmamıştık. Bu yaz uzun kalıp Mikanosu yaşayalım istedik. Telaşsız koşmadan turist gibi değil Mikanoslu gibi yaşamak istedik. İlk geldiğimizden bu yana 9 sene olmuş.. Tabi ki hiç bir şey değişmemiş.. İlk gördüğümüz günkü gibi…Daracık labirent misali sokaklar, her yerde kafeler, tavernalar, restoranlar,şık mağazalar,sanat  galerileri. Her boyutta kiliseler şapeller.. Mikanos ve çevresinde 500 civarı kilise ve şapel varmış..

Sokakların ucundan gözüken harika turkuaz bir deniz, her yer pırıl, pırıl…Sıcak değil, her daim keyifli bir esinti var…. Çok kolay ulaşılan harika plajlar…Sokaklarda hep hoş, abartısız şık insanlar.. Özel bir Mikanos şıklığı tarzı var. Rahat ama farklı, kendine özel…Kalabalık ama rahatsız edici değil, esnaf güler yüzlü, her yer dolu.. ama yer bulmak da mümkün…

Yeme içme konusunda herkese uygun seçenekler mevcut.. Çok ünlü şeflerin olduğu restoranlar da var,  samimi, iyi yunan mutfağı yapan tavernalarda..5-10 euro’ya da 50-100 euro’ya da yemek seçeneğiniz mevcut..Hepsi temiz şık, aynı güzel sokaklar’da..

Bol bol galeriler var, her yerde karşınıza çıkıyor…Hem yerel sanatçılar, hem yabancı sanatçıların eserleri var…Bol bol fotoğraf galerileri var. Çoğu çağdaş, modern  sanat eserlerin bulunduğu galeriler de  çok ünlü günümüz  sanatçılarına rastlıyorsunuz. Müzik sesi hiç bir yerde rahatsız etmiyor. Gürültü kirliliği yok.. Her yer  inanılmaz temiz. Deniz pırıl, pırıl.. Liman  bile..Pajlar çok güzel koylarda..farklı farklı tesisler var.. Bütün gün gidip çok keyifli vakit geçireceğiniz yerler.. Havlunu suyunu al, 10 dakika içinde bütün plajlara ulaşabileceğin otobüsler mevcut…Otobüsler de şehir merkezine 5 dakika yürüme mesafesinde…Gelenlerin içinde  çocuklu aileler de çok, küçük çocuklu da çok.. Arabalarında, kucakta minicik bebekler var..Orta yaş, genç, ileri  yaş da olanlar da çok. Her yaş insan görmek mümkün..

Mikanos çok ünlü bir eğlence merkezi, sabaha kadar açık çok ünlü klüpler barlar var. Çoğu yerde geç saatlere kadar süren yemek sonrası müziğin eğlencenin dansların devam ettiği tavernalar var. Gece yarısından sonra, açılan yerler var…Ama Mikanos’u  sadece eğlence ve parti adası kabul etmek doğru değil…Ada, özgürce, ve  sadece kendin için yaşa  felsefesi için gerçekten çok doğru bir yer…Hayatı ertelemeden, koşturmadan, anı değerlendirerek yaşanacak çok özel bir yer… Eğer bizim gibi, gece hayatınızı yemek sonrası bir iki saat daha güzel, çok renkli, cıvıl cıvıl insanların mağazaların kafelerin galerilerin arasında dolaşıp  sonlandırıyorsanız, her yer sakin huzurlu..

Trafik yok. Şehir merkezinde araba yok… Otobüslere her yere ulaşmak çok kolay… Ana duraklar beş  dakika yürüyüş mesafesinde..Araba yolunda da trafik  yok… Mikanos’un telaşsız hali, olursa olur, olmazsa zaman kısıtlaması olmayan özgür yapısı, benim kendimi ne yapsam kurtaramadığım aceleci ruhuma çok iyi geldi.Öğle yemeği saat 15:00 de akşam yemeği 23:00 de … düşünsenize günde en aşağı 3-4 saat fazladan vaktiniz var. Onun için koşturamıyorsunuz…Biz Mikanos’un en merkezi yerinde bir mini otelde kaldık. Araba da kiralamadık. Her yere ulaşmak en fazla 5-10 dakika mesafe…

Daracık sokakların ucundan hemen deniz gözüküyor. Sokakların bazıları iki kişi yan yana geçemeyecek kadar dar.. Hiç yeni  bina yapı yok..Yaşam son derece kolay…Sokaklarda kaybolmak çok keyifli.. Özgür ve çok medeni bir yer de olmanın bütün keyfini yaşıyorsunuz. Rahatsız edici hiç kimse, hiç bir şey yok. Günün, gecenin her saati  huzurlu ve telaşsız bir yaşam..İlk günlerimiz hep yeni yerler yeni keşifler ile heyecan dolu geçti, sonra beğendiğimiz sevdiğimiz yerlere tekrar gitmenin keyfini yaşadık…Koylar ve plajları çok sevdik… Her gün farklı bir koya, farklı bir plaja gittik. Akşamları yeni tavernalar, restoranlar kafeler, galeriler, atölyeler, mağazalar keşfettik.. Her yerde mini bakkal, manav ve fırın ürünleri satan yerler var. Tüm meyve ve sebzeler taze, fiyatı 1-2 euro/kg  civarı, fırın ürünleri  inanılmaz lezzetli ve bizim ağız tadımıza çok uygun..Düşündüğümüz gibi çok keyifli günler yaşadık. Dönüş yaklaştıkça üzülmeye başladık..Sevdiğimiz yerleri tekrar görmek istedik…

Ornos koyu Kuzima Plajı, Elia Koyu, Elia Plajı, Agenos İoannas koyu Hippie Fish Taverna ve plajı, Kalafatis‘de çok beğendiğimiz koylar ve plajlar oldu..Plajlarda iki şezlong bir şemsiye fiyatı 20 Euro civarı.. Little Venice, Değirmenler fotoğraf çekmek için çok güzel yerler… Özellikle  Kastro’s da , Veranda’da, Semeli Bar da gün batımı keyfi yapmadan dönülmemeli…Kounelas  gerçek Yunan mutfağını normal fiyata yiyebileceğiniz çok güzel bir yer. Her zaman Mikanos’da ilk tercihimiz olacak cinsten.. Hibuscus kafe Aroma kafe her zaman keyifle kahvemizi içtiğimiz bazen muhteşem pastalarını tattığımız mekanlar oldu..İkisinin de yeri tam merkezde gelip geçeni görebileceğiniz en güzel noktada..Mikanos’ta her türlü dünya mutfağı seçeneği mevcut. Hepsinin menüleri fiyatları kapı girişlerinde var,  bakıp beğenip tercih edebiliyorsunuz, alternatifler çok…

M-eating Restaurant 10 Kalogera str., Mykonos (town) iyi bir akdeniz mutfağı, şık bir yer, tam karşısında Sakız da Mikanos’un döneri diyebileceğimiz “gyro”  ve skovlani bizim şişlere benzer tarzı mutfağı ile çok lezzetli, salataları nefis çok uygun fiyatlı bir alternatif….Benzeri yerler çok var, ama biz en çok Sakız’ı beğendik..Mikanos seyahatimiz  başlamadan önce kendi bilgilerimizin dışında;  Yolculuk Terapisi’nin ve Saffet Emre Tonguç’un Mikanos yazılarını severek ilgiyle okudum… Onlar sayesinde her yeri gelmeden önce bile çok iyi biliyordum…Saffet Emre Tonguç top ve sosyetik yerleri, gece eğlencesini müzeleri  çok güzel anlatmış…Yolculuk Terapisi de tüm detayları ile plajları restoranları yazmış. Tabii son yıllarda yazları Mikanos’da yaşıyan Eda Taşpınar’ı da okumayı ihmal etmedim. Sonra da Mikanos’ta bulunduğumuz sürece, tanıştığımız esnaf ve otel sahibimizle konuşarak, sadece ticari olmayan, yerel yerleri bulmaya keşfetmeye çalıştık. Bol bol da gönül sesimizi dinledik. Hepsi ayrı keyif, ayrı keşif, heyecan oldu…Ama listelerimiz de yapılacak, görülecek hala çok yer var…Biz Mikanos’a sık sık gelmeye talibiz. Mikanos bana Bodrum’u keşfettiğimiz ilk günleri anımsattı.İlk Bodrum aşkı yaşadığım günleri, o zaman çok içim burkuluyor.

70 li yıllarda Bodrum’a ilk geldiğimiz sene  kızım 1.5 yaşında idi, minik katlanır arabasıyla gelmiştik…. O zaman Bodrum’un içinde minik bir Bodrum evinde kalmıştık. Bayramdı, önceden yer ayırtmamıştık. Gidelim mi? gidelim .. diye yola çıkmıştık. Akşam geç vakit Bodrum’a ulaştığımızda inanılmaz bir kalabalık ile karşılaştık. Restoranlarda yer değll, yemek bile kalmamıştı. Sonra küçük çocuğumuz var diye bize yardım eden bir esnaf sayesinde  Bodrumlu bir aile bize bir oda vermişti. Daracık beyaz sokaklardan geçip minicik avlunun içindeki beyaz evi hiç unutamam. Tertemiz beyaz dantelli yatak ve camın önünde minik sedir. Gündüz meydanda yaptığımız kahvaltı… motorla gidilen Zeki Müren’in meşhur ettiği  Bardakçı Koyu, Kleopatra adası, gündüz denize girilen Halkarnas’ın önü…Akşam rezervasyonsuz gidilemeyen dönemin Han gibi, Kortan gibi ünlü restoranları..  Her yerde şehir yaşamına göre çok farklı tarzda giyinmiş şık insanlar..Kalenin muhteşem duruşu..Harika temiz deniz… Ben de o günlerde aşık oldum Bodrum’a. O günden bu güne çok değişti, Bodrum.. Çirkin yapılaşma,  ve kirletilen deniz ile özellkle Bodrum içi yaz sezonu, özelikle de Bayramlarda hiç gidilmeyecek  hale geldi. Çok kalabalıklaştı…Allahtan Bodrum çok büyük, çok güzel farklı koylar bölgeler var. .Ama çok üzgünüm ki ilk günlerin büyülü Bodrum’u kesinlikle yok. Nasıl yapıyorsak, nasıl kıyıyorsak her yerde önce çirkin yapılaşma ile tüm güzellikleri yok edip, sıradanlaştırıyoruz. Sonra muhteşem koyları kirletip sıradanlıktan da  da çıkararak yok ediyoruz. Sezonlar çok kısa oluyor, çünkü çirkin yapılaşma özelliğini kaybettirdiği için, gelenler sadece yaz sezonunu tercih ediyorlar… Yakında denizleri de iyice kirleterek o şansımızı da kaybedebiliriz. Çok kısa sezon olduğu için fahiş fiyatlarla da yerli turisti bile kaçırıyoruz. Türkiye’de her yeni gözde yerin başına bunlar geliyor. Biz Bodrum aşkımızı hiç kaybetmedik. Ama başına gelenler için üzülmemek mümkün değil..Sevgiler..

 

 

 

 

 

 

Peillon’da Çok Özel Bir Gün…

İki senedir yazmaya fırsat bulamadığım, Peillon anılarımı bu gün arkadaşlarımla sohbette, hatırlayıp konuşunca artık bir an önce yazmalıyım, dedim. İki sene önce Cote D’azur tatilimizde sevgili yol arkadaşlarımız, gezimize   çok güzel bir sürpriz program eklemişlerdi. Nice’e 20 dakika mesafede tepelerde, ortaçağdan beri bozulmadan kalmış tam bir provance  köyü;  Peillon’da çok özel bir gurme restoran ve otelde kaldık…40123744Anayoldan Nice’e girmeden Peillon’a giden yola saptığımız  andan itibaren heyecanlıydık. Çünkü otelin, köyün fotoğraflarını görmüştük, ve tepeye çıkan yol muhteşemdi. Tek arabanın zorla döne döne çıkabildiği yol, üstelik çift yönlüydü. Zirvedeki köy yolunda aslında muhteşem manzaraya  bakmak, şaşırtıcı olduğu kadar ürkütücü, ve yükseklik korkusu olanların bakamayacağı kadar da dikti…Yolumuzun üstünde muhteşem bir provance köyü, ve köyün gürme otelinde bir gün geçirmek gerçekten çok hoş bir programdı…Köy de 1600 yıllarından kalma evler, ve tepede bir kilise vardı.Hiç biri bozulmadan; günümüzde de kullanılır halde idi.  Araba yolu ne kadar dik ve dar ise, köyün içinde yürüyerek çıkılan yollar da daha dik ve dardı…demeureOtelimiz köyün girişinde , köye  bakan odaları ve restoranı  ile çok güzeldi. Oradaki çoğu yer gibi bu güzel oteli işletenler, ve de aynı zamanda otelin ahçıları bir baba oğul olduğunu otele vardıktan sonra öğrendik. Oteli keşfedip, odalarımızda biraz istirahat ettikten sonra heyecanla akşam yemeği için restorana indik. Çok şık, sıcak samimi kendini bir evde konukmuş gibi hissettiren ve yöreye uygun döşenmiş odalar ve otel gibi restoranda çok sevimli ve güzel döşenmişti. Ortada sadece siparişlerimiz için bize bilgi veren, menüleri anlatan şef garson ve yardımcıları vardı. Usta ahçılarımızı henüz görmemiştik, ve oldukça merak ediyorduk…

İşte başarılı baba oğul ahçılarımız Christian & Thomas Millo

IMG_5704 Özellikle ben…Böyle sıcak samimi bir yerde sanki menüleri ahçılarımızdan dinlesek daha iyi olurdu diye içimden geçirdim, ama böyle de daha merak uyandırdıkları kesindi.ph2 Provance mutfağının tüm özelliklerini yöresel ot, sebze ve av hayvanlarını kullanarak, mevsime göre değişen menüler ile nasıl hazırladıklarını şefimiz anlattı. Her gün, her hafta aynı menüyü bulmak mümkün olmuyormuş… Olması gerektiği gibi…Provance mutfağında hem İtalyan hem Fransız mutfaklarının etkisi var. Uzun yıllar Fransızlar ve İtalyanlar bu bölgede beraber yaşamışlar. Sonradan ayrılsalar da hala bu bölgede yaşayan İtalyan aileler mevcut.. Ayrıca provance kültüründe Fransızlar kadar etkileri var…Bölgede bol bol şarapçılık yapılıyor, üzüm kadar, elma ve erik şarapları da çok ünlü, lezzetli ve farklı..IMG_5701

Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz;  kabak çiçeği mücveri diyebileceğimiz, otlar, patlıcan ve domatesle yapılmış biraz bizim  mücverimize  benzeyen, üzerine file badem de ilave edilmiş çok güzel çeşitlerden biriydi.

Bölgede bizim menümüzde de olan kuzey Afrika orjinli yabani tavukları berçleri de önemli yer alıyor… Bizim yabani tavuğumuzun  (berç) yanında kiraz ve bazı kök sebzeler vardı.. Pişirilirken şarap da ilave edilmişti.Otlar sebzeler bizim akdeniz mutfağımızı andırıyor, ama yine farklılıklar da çok..Biz de otlar daha çok kavrulup, sotelenip daha sade yeniyor, onlarda daha mücver gibi, ya da sebzeli kiş gibi benzetmeler yapacağım çeşitler vardı. Başlangıç olarak seçilen kızarmış soğanlı minik ekmeklerin yanında  kendi bahçelerinin portakal şarabı ikram edildi…  Her yemeğe de yörenin meyvelerinden yapılan  farklı şarap eşlik etti.  IMG_5632IMG_5633Aslında tüm yediklerimiz içtiklerimiz ya kendi bahçelerinin ya da köyde  yetiştirilen taze  üretimlerdi…Bizim Polonez Köy otelleri de eskiden böyle menüler ile misafirlerini ağırlardı, son zamanlarda gitmediğim için bilmiyorum…İşte böyle güzel bir masada çok keyifli; seçimlerimizi tadalım diye başlayıp kendimizi alamayıp çok yedik tabii. Yemeğin sonunda yediğimiz tatlımız, annelerimizin çocukken yaptığı vişneli ekmeklere benziyordu… Hep bize ev gibi hissettiren otelimizin ve restoranımızın ahçıları ile tanışmayı bekledik, ama akşam yemeğinde değil ertesi sabah kahvaltıda buluşup sohbet etme fırsatımız oldu. Sabah da yine yöresel lezzetlerle donatılmış kahvaltımızı bahçede yapıp bu güzel köyü gezmeye çıktık…Auberge de la Madone‘da çok keyifli bir gece ve gün geçirdik… Hiç unutamayacağımız anılarımız oldu… Teşekkürler Raffi, teşekkürler Arlet… iyiki varsınız…iyiki arkadaşımızsınız…Yolunuz o bölgeye düşerse belki sizde bu güzel otel ve başarılı ahçıları ile tanışmak istersiniz… Sevgiler,sevgiler…

 

Büyükada’ya Aşıktım…

Ben hep Büyükada’ya aşıktım… Seneler önce hep nasıl yaparım, Büyükada’da yaşarım derdim…Seneler sonunda hayallerim bir gün gerçekleşti, ve bu ay Büyükada’yız. Ben de hem adayı keşfediyorum, hem de adada yaşamanın keyfini, farklılığını yaşıyorum. Yaşarken de her gördüğümü merak ediyorum, öğrendiklerimi de sizlerle paylaşmaya çalışıyorum….Sevgililer gününde Büyükada’dan sevgiler, en güzelinden, en bolundan….

12799437_10154242644984311_8362660197125780713_n

 

 

 

Büyükada Tarihçesi…

Büyükada hakkında Bizans dönemi öncesine ait çok fazla bilgi yoktur. En belirgin ve önemli bulgu 1930′ lu yıllarda Rum Ortodoks mezarlığında bulunan büyük İskender’in babası Makedonya kralı 2. Filip’ e ait 207 sikkeden oluşan definedir. Günümüzde ise bu sikkeler İstanbul arkeoloji müzesinde yer almaktadır.

Büyükada diğer adalarla beraber yaklaşık olarak Bizans döneminde 700 yıllık hapishane ve manastırlarıyla öne çıkmıştır. Bizans döneminde çıkan taht kavgaları, dini ve siyasi anlaşmazlıklar sebebi ile prensesler, prensler ve din adamlarının sürgüne gönderildiği ada olma özelliğine sahiptir.

İstanbul’un fethinden yaklaşık iki ay önce Baltaoğlu Süleyman Bey bir donanma ile bütün adaları fetih etmiştir. Türklerin adaları alması ile huzur ve sükun adaya yerleşmiştir. Yerli halk, balıkçılık ve çiftçilik ile uğraşırken manastır ve kiliselerdeki kesişler ise el yazması kitapları ve dini eserleri çoğaltarak geçimlerini sağlamıştır.

1846 yılında, küçük gemilerin Adalara sefer düzenlemeye başlaması ile Türk ’lerin Ada’ya yavaş yavaş yerleştiği görülmüştür. 1875 yılında daha büyük gemilerin seferleri ile düzenli seferler sağlanmıştır. Bu seferler neticesinde ada nüfusu düzenli olarak artışa geçmiştir. Zengin kesimin yaptırmış olduğu binalar kiliseler, camiler, oteller ve köşkler gibi yapıtlar günümüzde tarihi yapıtlar olarak değer kazanmıştır. 1984 yılında sit alanı olarak kabul edilen Büyükada İstanbul’un en nadide yerlerinden olma özelliğini göstermiştir.

Büyükada Tarihi Yapılar ve Eserler

Büyükada’da dikkat çeken yapıların başında dört adet Camii gelmektedir. Bu yapılar içerisinde en öne çıkanı ise, 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye camisidir. Mimari açıdan batı etkisi ile yapımı tamamlanmış olan camii, Ada Sokağında yer almaktadır.

Kıyı kesiminde bulunan Ayios Dimitrios Kilisesi’ de en önemli yapılardan bir tanesidir. Adada bulunan Ortadoks cemaati büyük ayinlerini burada gerçekleştirmektedir. Tarihi açıdan büyük eserler bulunan yapıda olağan üstü bir atmosfer mevcuttur.

Adanın en yüksek mevkiinde Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Yorgi Manastırı yer alır. İlk yapı M.S 6. yüzyılda yapılmıştır. Bu alanda birçok kilise ve manastırın kalıntıları da yer almaktadır.

İsa tepesinde Hristos Kilisesi, Manastırı ve Rum yetimhanesi yer almaktadır. Rum yetimhanesi harabe olmasına rağmen günümüzün hala en büyük ahşap tek parça yapılarındandır.

Büyükada gezisinde  gidilmesi önerilen yerler arasında Adalar Müzesi var. Bir kent müzesi özelliği taşıyan Adalar Müzesi, zengin koleksiyonuyla  adalar hakkında detaylı bilgi verecek. 20 bin belge, yüzlerce objeye sahip; hem tarihi hem de kültürel bir yolculuğa çıkmak için… .

 

Adayı yürüyerek, faytonla, bisikletle gezebilirsiniz, ama bir günde yürüyerek gezilecek kadar küçük değil, o zaman fayton turu almanız da yarar var.Bu gezilerde de en çok göreceğiniz ve hayran olacağınız şeyler, adadaki muhteşem köşkler, ben özellikle sizlere bu köşkleri tanıtmak istedim. Tabii kendim de sizlerle beraber tanıyarak… Aşağıda “Tasarım Her Şey” in hazırladığı Büyükada’nın Köşkleri yazısını paylaştım…

Benzerlerini ancak Nice, Monte Carlo ve Paris gibi dünyaca ünlü turizm kentlerinde görebileceğiniz olağanüstü köşkler var adada.

Birbirinden zarif elliye yakın köşk arasında en güzel örnekleri sizler için derledik…

 

SABUNCU KÖŞKÜ

sabuncakis3

 

Sabuncakis Köşkü;  Sultan II. Abdülhamit döneminin meşhur masonlarından Halepli Yorgi Sabuncakis tarafından 1904 yılında inşa edilmiştir. Grek tarzında inşa edilen ve yazlık mason locası olarak kullanılan köşkün süslemesinde ve mimari detaylarında masonluğun sembolleri kullanılmıştır.

Köşkün bahçesi ve zemini yoldan aşağıya kaldığı için, küçük bir köprü vasıtasıyla birinci kattan giriş yapılır. Bu yüzden köşke Köprülü Ev de denilmiştir.

Aynı zamanda Antik Yunan tapınaklarına benzeyen bir giriş cephesine sahip olan bu köşkteki üçgen alınlığın üst kısmında, ışıklar saçan bir göz resmi vardır. Tanrı’nın her şeyi gören gözünü simgeleyen ve yine masonluğun sembollerinden biri olan bu göz sebebiyle köşke “Gözlü Ev” de denilmiştir.

sb4

 

Üçgen alınlığın köşelerinde küçük akroterler, en tepesinde de üzerinde bir akroter bulunan sivri kemerli bir stel mevcuttur. Stelin alt kısmında yan yana beş akasya ağacı üstünde de aralarında bir kovan ve bir arı kabartması bulunan taçlı bir erkek ve bir kadın figürü vardır. Ayrıca dökme demirden yapılmış bahçe kapısında da 10 adet arı figürü mevcuttur. Bütün bu sembolleri ve unsurları sebebiyle halk arasında köşke Köprülü Ev, Gözlü Ev ve Arılı Ev de denir.

AGOPYAN KÖŞKÜ

agopyan köşkü

 

Agopyan Köşkü;  1900 başlarında Marten Agopyan tarafından inşa ettirilmiş. Büyükada Agopyan Köşkü 1918 tarihlerinde otele çevrilmiş ve zaman sürecinde Hotel des Princes, Hotel Beler, Hotel Çankaya isimlerini almıştır. Yapı daha sonra çok tahrip olduğu için yıkılıp kagir olarak tekrar yapılmıştır.

Köşkün en üst katındaki yarım daire şeklindeki alınlık binanın en güzel detayıdır. Yapı Çankaya Meydanı’ndaki ahşap, dıştan at nalı kemerler ve Selçuklu süsleme sanatından esinlenmiş geçmeli yıldızlarla bezeli bir yapıymış.

FABIATO KÖŞKÜ

 

fabiato köşkü 1

 

Toskana estetiği taşıyan ve günümüzde Kültür Evi adıyla bir kır gazinosu olarak kullanılan Fabiato Köşkü,  1878 tarihinde inşa edilmiştir.

Köşkün ilk sahibi İtalyan ressam Gemma Giuliana Pavlina hayatının sonuna kadar bu köşkte yaşamış. Daha sonra bu köşk 1910 tarihinde torunu Banker Guiseppe Spiridon Fabiato’ya kalmış ve köşk de ismini bu mal sahibinden dolayı almıştır. 1941 yılında İtalyan Aurora Agapiu Scotta’ya geçti. Scotta’nın varisi olmadığından dolayı vefatından önce Büyükada San Pacifico Latin Kilisesi’ne bağışlanmış.

1878 tarihinde yapılan köşk bir dönem otel olarak hizmet vermiş. Köşkün salonlarından birinde ise ressam Gemma Giuliana Pavlina’nın kendi portresi bulunmaktadır.

1998 tarihinde Turing Otomobil Klübünce satın alınıp Kültür Evi olarak kullanılmaktadır.

HACAPULOS KÖŞKÜ

106229080

Fotoğraf : Muammer Özal

Hacopoulos Köşkü; günümüzde Hükümet Konağı olarak kullanılmaktadır.

Büyük bir bahçe ortasındadır. 1900’lerin başında yapıldığı sanılmaktadır. Yapının bahçesi yol kotundan aşağıda olduğu için yapıya caddeden Mermer döşeli bir köprü ile girilir. Odaların ve sofaların tavanları kabartma ve kalemişi nakışlarla süslüdür.

Hacapulos’un ülkeyi terk etmesi üzerine Hazineye intikal etmiş daha sonra da Murat Pinyatoğlu tarafında satın alınmıştır. I. Dünya Savaşından sonra tekrar Hazineye intikal eden bu köşk, İstanbul’un işgali sırasında “Büyük Emperyal Oteli” olarak kullanılmıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra 1929 tarihlerinde Hükümet Konağı olarak kullanılmaya başlanmıştır.Limanı ve rıhtımı bulunan köşkün denize kadar uzanan bahçesi eskiden, çam, palmiye, meyve ve çiçek ağaçları ile süslüymüş.

 

AGASİ EFENDİ KÖŞKÜ

agasi efendi köşkü

Agasi Efendi Köşkü; Kuyumcuağası Ejderhanyan’ın oğlu Ohannes Efendi tarafından yaptırılmıştır.

Bina bir çok defa el değiştirmiştir. Efezade Mahmut Bey zamanında sazlı sözlü meclisler tertip edilmiştir. Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Ferit, Ahmet Refik, Neyzen Tevfik gibi devrin önemli kişileri bu toplantılara katılmıştır.

Sultan II. Abdülhamit döneminde Recaizade Mahmut Ekrem zoraki olarak burada ikamet etmiştir.

1935 yılından sonra yazlık olarak kiraya verilen bu köşkte Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu, Teyfik Rüştü Aras gibi devlet adamları kiracı olmuştur.

CON PAŞA KÖŞKÜ

100009_1403013384_alteramimarlik

 

Con Paşa Köşkü veya John Avrimidis Köşkü; 1880 tarihinde Midilli doğumlu olan Con Paşa tarafından yaptırılmıştır. Köşkün mimarı Achileus Policis’tir.

Con Paşa aslında Venedik’li bir aileden gelir. Con Paşa’nın yöneticisi olduğu İdare-i Mahsusa ilk Kadıköy Adalar seferlerini başlatmıştır. O dönemin vapurları Bağdat, Basra ve İhsan idi.

Çağının mimari özelliklerini bünyesinde toplayan değişik üsluplardaki dış süslemeleriyle seçmeci veya eklektik bir yapı olup başka bir eşi yoktur.

Con Paşa ölünce evi Avusturyalı eşine ve çocuklarına kaldı. Osmanlı Devletinin Berlin Büyükelçisi Osman Niyazi Paşa ise Con Paşa’nın kızı Alis ile evliydi 1.Dünya Savaşı başlayınca Con Paşa Almanya’da ve çocukları da Avusturya’da idi. Savaş sonrası aileden bir haber alınmayınca, Maliye köşke el koydu ve satışa çıkardı. Ev sırasıyla Emanuel Karasu,  Hristo Draganis, Dr. Michal Kuromenos, Ahmet Borovalı ve Müzehher Borovalı’ya intikal etmiştir.

con-paşa-köşkü-2

 

Köşkün etrafında ahşap sütunlu balkonlarla donatılmıştır. Çatı kuleleri ve ahşap süslemeler çok göz alıcıdır. Bahçesinde çeşit çeşit heykeller yer alır.

ARVANITIS KÖŞKÜ

106228957

Fotoğraf : Muammer Özal

Arvanitis Köşkünün mimarı ve yapım yılı ile ilgili kesin bir bilgi yoktur. Ama ilk inşa ettiren Yunanlı armatör Arvanitis’dir.

Köşkün kırmızı tuğlalı bir kulesi bulunmaktadır. Yapı daha sonra İstanbul Mezarlıklar Müdürü Süleyman Fuat Hararlı tarafından satın alınmıştır. Daha sonraları bir dönem Kaymakamlık Lojmanı olarak kullanılmıştır.

Köşkte alışa gelmemiş bir çatı konstrüksiyonu kullanılmıştır. Bu görünüm tuğla kule ile birleştiğinde bir köşkten ziyade bir şato gibi görünür.

MEZİKİ KÖŞKÜ

meziki

 

Meziki Köşkü; 19. yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmıştır.

Levantenlere ait olan Meziki Köşk’ü 20. yüzyılın başlarında Şahbaz ve daha sonra da Karayan ailelerinin mülkiyetine geçmiştir. Günümüze oldukça iyi bir durumda gelen bu yapı caddeden geride yer alıp, üç katlı ve bir de çatı katından oluşmaktadır.

İtalyan mimarisine benzeyen köşkün cephelerinde ampir ve neo rönesans üslubu görülmektedir.

Meziki köşkü 1.sınıf tarihi eser olduğundan korunması gereken kültür varlıkları listesinde yer almaktadır. Yapının odaları dekorasyonu orjinal dokuya sadık kalınarak dönemin mobilyalarıyla dekore edilmiştir.

buyukada-otel-standart-oda2-2085385226d54052ba4a78791ce2fdb0

 

Köşk; bir dönem televizyonda yayınlanan Dudaktan Kalbe dizisi ve birçok reklam filminde mekan olarak kullanılmıştır.

MİZZİ KÖŞKÜ

mizzi

 

Mizzi Köşkü; İngiliz uyruklu George Mizzi tarafından inşa ettirilmiştir. Daha sonra oğlu Avukat Giovanni Mizzi’ye kalan köşk, sonra defalarca el değiştirmiştir.

1930 yılından sonra San Remo oteli ismiyle on yıl faaliyet göstermiştir. İkinci Dünya Savaşında kapalı olan köşk, 1952 yılından itibaren sayfiye köşkü haline gelmiştir.

Solda bulunan kulesi kırmızı yığma tuğladan yapılmıştır. Bundan dolayı Kırmızı Kuleli Köşk olarak adlandırılmıştır.

106229125

Fotoğraf : Muammer Özal

Bina görünüş olarak Ortaçağ şatolarına benzer. Köşkün girişi ön cephede geriye çekilmiş sütunlu bir verandanın arkasında yer alır. Giovanni Mizzi’nin kulenin tepesine yaptırdığı ve yaz gecelerinde teleskopla yıldızları seyrettiği camakenla döner rasathanesi artık yok. Köşk, şimdilerde her bir odası ayrı ayrı kiraya verilen yazlık bir apart otel olarak kullanılmaktadır.

TARANTO KÖŞKÜ

65b4db0fb6989b0f68fe339472857158

 

Taranto Köşkü Judit Taranto tarafından yapılmıştır. Mehmetçik caddesindeki köşk adanın en şirin köşklerinden biri olup Ermeni Katolik Kilisesinin bitişiğindedir. Bu köşk bahçesindeki Begonvillerle beraber adanın simge yapılarından biridir.Kaynak : http://www.tas-istanbul.com

 

Biz New Orleans’ı Çok Sevdik….

Uzun süreli California da kalma programımızın içine bir kaç farklı eyalete gitmeyi de eklemiştik. Bunlardan biri de Luisiana Eyaletinde New Orleans’dı. Yine aylar öncesinden programımızı yaptık…Biletlerimizi aldık, otelimizi seçtik ve Ocak aynın ikinci haftası arkadaşlarımız sevgili İnsel’ler ile  New Orleans’a  gittik.12494871_10154090270424311_3253176592514110698_n New Orleans anlatılanlar gibi çok canlı, çok renkli, çok sesli bir şehir.Bütün yaşadıklarına rağmen çok güzel bir şehir…. Biz çok sevdik, zor ayrıldık… Çok güzel vakit geçirdik, çok güzel gezdik, eğlendik, çok farklı lezzetler tattık. 12495219_10154090269774311_8666634292724178055_nBol ol fotoğraf çektik. Günün her saati her yerde çok farklı  müzikler dinledik,  enerjimiz hep iyi ve yüksekti… Hava da çok güzeldi, yani tümüyle çok  iyi unutulmaz bir seyahat oldu. Los Angeles’dan sabah uçağı ile gitmemize rağmen oraya ulaştığımızda saat farkı da var… akşam üstü oluyordu. Otelimiz hemen French Quarter da idi. Günün ve gecenin her saati çok canlı yaşayan mahalle ve sokaklardaydık…Otele iner inmez hava kararmadan Canal Street’den Misissipi kenarına yürüdük… İlk durağımız Cafe Du Monde de Fransız tarzı Latte lerimizi içtik ve yanında  Beignet (benye)lerimizi yedik… 1551491_10154090270994311_8730142144012358869_nSonra French Quarter’ı adım adım, dolaşarak otelimize döndük, otel çok merkezi konumda çevresi gibi, çok renkli bir bina idi…Köşesinde çok hoş bir Starbucks Coffe  vardı. Önünden New Orleans’ın simgesi güzel tranvaylar geçiyordu. Ünlü Bourbon Street’in de parelelindeki cadde de idi. Akşam yemeği için olmazsa olmazımız Bourbon Street de olmaktı. Binaların tipik mimarisi, hem sokakta, hem klüp ve barlarda çalan müzikler, hepimizi  çoşkulu havaya sokmuş, yerinde duramaz yapmıştı. İşte New Orleans’ın büyüsü buydu…Hangi restoranı seçerseniz, seçin yemekler hep tatmak istediğimiz New Orleans mutfağı seçimleriydi.  İlk gece tercihimiz, Pier 424 Sea Food Market’in restoranı oldu…Tabii yediklerimiz de deniz mahsulleri çeşitleri oldu..Crawfish ve Etouffee de siparişlerimizin içindeydi, çok beğendik…Sonra sokaklara dalmak, ya da kaybolmak çok eğlenceli idi. Enerjimiz bitene kadar, otele dönmek istemedik. Ertesi sabah da güneşli New Orleans sokaklarına çıkıp, salına salına geçen tranvayları da görünce, New Orleans’ı  tranvayla dolaşmaya karar verdik, sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı bütün şehri, farklı güzellikleri ile gezdik…12509053_10154085376424311_5480410348922043571_n İstediğimiz yerde indik,bir şeyler yedik, bir şeyler içtik… gezdik, harika şehir gezisi, şehir turu  oldu.Garden District, Mid City ve Uptown daki evlere bayıldık.  Tabii bunları yapmadan önce de nerelere gitmek istediğimizi, nereleri görmek istediğimizi biliyorduk.Sonra yine akşam, French Quater’a dalıp çok farklı, tarihi   bir mekan olan Napoleon House‘da Muffuletta ve  yine New Orleans’a özgü yiyecekler ve içkilerle  yemeğimizi yiyip, caz dünyasına daldık.12439528_10154090271514311_2845590255032579284_nÜçüncü gün yağmurlu idi, sokaklarda dolaşma şansımız olmadı, Misissipi nehri kenarındaki “Riverside Mall’ da  vakit geçirdik, ertesi gün yine çevrede dolaşarak, doyamadan veda edip döndük.Bu çok güzel seyahate çıkmadan yaptığım araştırmalardan bize çok iyi rehberlik yapan, hem şehri hem tarihini, kültürünü, hem de Mardi Gras’ı  anlatan,  City Shot’dan sevgili Zeynep’in yazısını da  sizlerle paylaşmak istedim… sevgiler, sevgiler…http://www.city-shot.com/new-orleans-hic-susmaz/

“New Orleans Hiç Susmaz”

New Orleans. Jazz`in şehir hali. Dünyanın en sempatik, en karakterli şehirlerinden biri.

Takma adı “Bis Easy” veya NOLA (New Orleans, Lousiana) olan bu şehir yılda 10 milyondan fazla turist ağırlıyor. Sizde Amerika`ya gelmeyi planlıyorsanız, bilin ki New Orleans hiç bir eğlence fırsatını boş geçmez. Super Bowl, Halloween, Christmas, Mardi Gras… Aklınıza hangi gün gelirse gelsin, bilin ki o gün New Orleans`da şenlik vardır.

Şıp Şak Tarihi

New Orleans, yine güneşli bir günde Mayıs 1718`de Fransa`nin Orleans dükü Philippe d`Orelans`a ithafen “La Nouvelle-Orleans” adıyla kurulmus. O zamanki Louisiana bölgesinin (şimdiki Alabama ve Mississipi ve Louisiana eyaletlerinin tamamı) başkenti olmuş. Kuruluşundan 45 sene sonra, yani 1763`de, tarihinde hiç bir savaş kazanmamış Fransızlar zavallı New Orleans`i İspanyollara kaptırmış. Tabii New Orleans, o dönemlerin kıymetli şehirlerinden, Fransızlar`ın içinde kalmış olmalı ki ne yapıp edip 1801`de tekrar ele geçirmişler. Ancak bu seferde paragöz Napoleon “para, para, para” demiş, gidip New Orleans`i 1803`de Amerikalılar`a satmış. New Orleans`ın çilesi yine de bitmemiş, kendini Amerika iç savaşının ortasında bulmuş. 1861-1865 Amerikan iç savaşında Güneyliler New Orleans`i Kuzeylilere kaybetmiş. Güneyliler yasa, Kuzeyliler sevince boğulurken New Orleans caz söylemiş.12439050_10154090270139311_4503040819904355820_n

Vefasız Napoleon`a rağmen hala daha New Orleans`a Fransız kültürü hakim. Bölgeye Fransızlar sadece Fransız kolonilerinden gelmemiş, bir kısmını da 1755`de İngilizler tarafından zorla sürülen Kanada`lı Fransızlar oluşturuyor. Hatta Kanada`nın L`Acadie bölgesinden (şimdiki adıyla Nova Scotia) geldikleri için onlara Acadian deniliyor, bu isim zamanla Cajun`a dönüşüyor. Ve şimdiki New Orleans Cajun kültürünün temellini oluşturuyor.

Bu arada eyaletin şimdiki başkenti New Orleans değil küçük bir kent olan: Baton Rouge`dur.

Nereleri Gezsem Tozsam?

İçinden Kızılderili dilinde “Büyük Su” anlamına gelen ve ABD’nin en uzun, dünyanın dördüncü en uzun nehri olan Mississipi geçiyor. Dolayısıyla Mississipi nehri kenarından biraz yürüyebilirsiniz. Jeff Buckley`nin bu nehirde boğularak öldüğünü anıp, belki bir de Jeff Buckley şarkısı söylersiniz.1424328_10154085376234311_2258263759649262828_n

Şehrin en önemli caddelerinden biri Canal Street. Yeni New Orleans (iş merkezleri) Canal Street’in bir tarafında, eski New Orleans (turistik yerler, French Quarter) caddenin diğer tarafında konumlanmış. Canal Street`in ilginç de bir hikâyesi var. Zamanında kentin içinden geçen Mississipi ile kentin kenarında kurulduğu Pontchartrain Gölü’nü birleştirmek istemişler, ancak kanalı bitiremeyince caddeye dönüştürmüşler. Sık sık su baskınları yaşanan bir kente, içi su dolu olabilecek bir caddede yürümek manidar.

French Quarter’in en gözde, en kalabalik, en renkli, en gösterişli sokağı ise Bourbon Street. 4-5 kilometre uzunluğundaki bu caddede ne ararsanız var; barlar, striptiz kulüpler, yetişkinler için şovlar, canlı müzik, cansız müzik,  hediyelik eşya dükkânları, sokak dansçıları, sarhoşlar, ayıklar… Fritzel’s ve Sing&Sing bu sokak üstünde caz ve blues dinleyebileceğiniz yerler. Bourbon Street`de gezerken sadece Bourbon Street`deki 5 barın satma hakkı olan “Hand Grenade®” içmeyi de ihmal etmeyin.

Bourbon Street genellikle turistlere hitap eden bir cadde, daha lokal takılmak isterseniz,  yine canlı muziğin ve dans gösterilerinin olduğu Frenchmen St.`e gidebilirsiniz. Biz gitmedik ama “Spotted cat” tavsiye edilen mekanlar arasinda.

French Quarter`da bir başka yapılması gereken şey ise French Market`a uğramak. French Market 19.yy başında, Mississipi nehri aracılığıyla şehre gelen gemilerden çıkan mallarının satışı için kurulmuş bir pazar. Şimdiki haliyle, daha çok hediyelik eşya alınacak, turistik giysi ve eşyaların satıldığı bir yer haline dönüşmüş.

12540640_10154090269994311_5276992873370727435_n

Yine 19.yy dan kalan başka bir yer ise Jackson Square. Place d’ Armes adıyla kurulan meydan iç savaş sırasında Andrew Jackson adına bir General`in ismi ile değiştirilmiş. Bu meydanda sürekli sokak müzisyenleri, ressamlar, falcılar oluyor. Ayrıca meydanın güneyindeki Decatur St. üzerinden faytonlara binerek küçük bir şehir turu da yapabilirsiniz.

French Quarter`daki ara sokakları da gezmenizi mutlaka tavsiye ederim. Çok güzel antika eşyalar satan dükkanlar var. Fiyatlar biraz yüksek ama imkansız değil.

 

Eğer AVM gezmek isterseniz de, French Quarter yakınlarında Riverside Mall`a uğrayabilirsiniz. Riverside Mall`da da yine turistik dükkanları bulabilirsiniz.

Benim en çok beğendiğim yerlerden bir diğeri ise Garden District bölgesi. Burası New Orleans`lı zenginlerin yaşadığı bir bölge. Koskocaman bahçeler içerisinde, en az iki katlı, sütunlu, ferforje süslemeli, “para bendee” diye bağıran evler yolları süslüyor.

New Orleans mezarlıkları da şehrin mutlaka görülmesi gerekenleri arasında. Şehir su seviyesinin altında olduğundan ve çok sık su baskınına maruz kaldığından, ölülerini toprağın altına değil toprağın üstüne yüksek mezarlıkların içine defnediyorlar.  Ne kadar zenginseniz mezarlığınız da o kadar ihtişamlı oluyor çünkü genellikle mermer veya granitten yapılan bu mezarlar çok pahalı. Yoksullar için ise apartman gibi çok katlı mezarlıklar yapmışlar.12509559_10154090271244311_7031443276670785884_n

Büyücülere meraklıysanız kesinlikle Marie Laveau`nin mezarını de ziyaret etmelisiniz. Marie en meşhur voodoo kraliçelerinden biri. 1700`lerin sonunda doğduğu düşünülüyor. Büyük güçleri olan Zombi adında (Zombi Afrikali bir Tanrı ismi)  bir yılanı varmış, törenlerde bu yılanı vücuduna sarıp dans edermiş. Voodoo bebek alabileceğiniz bir sürü de dükkan var ama bizim gördüklerimiz çok uyduruktu.

Geldiğiniz mevsime göre değişir ama hava güzelse kesinlikle bir swamp tour’a katılın, bataklık gezin, iki üç timsah, dört beş yırtıcı kuş görün.12439505_10154090269664311_8980001931374607520_n

What a wonderful day =)

Caz`ın başkenti. Hava alanının adını da Louis Amstrong koymuşlar. Hiç susmayan bir şehir New Orleans, her köşede farklı bir müzik tınıyor.

Caz`in tarihinden de kisaca bahsedeyim. Tahmin edeceğiniz gibi kökeni Afrika’dır. Doğduğu yer ise New Orleans`daki Kongo Meydani olarak kabul edilir.

18. yy ortalarında, hem Mississipi nehrinden kaynaklanan ticaret yoğunluğu, hem de tütün ve pamuk yetiştirmek için vasıfsız işçi ihtiyacından dolayı New Orleans köle ticaretinde zirvedeymiş. Köleler Pazar günleri kendi aralarında toplanıp, davullu, danslı eğlenceler düzenleyip şarkılar söyleyerek acılarını dindirmeye çalışırlarmış. Kölelerin çoğu Bati Afrikalı yani Kongolu olduğundan, kölelerin toplandığı meydana Kongo Meydanı denmiş. O zamanların New Orleans`ındeki liberal Avrupalılar bu yeni, Afrika`nın pentatonik müzik kültürüne dayanan melodileri sevmiş ve onlardan gelen taleple bu müzik şekillenip, zenginleşerek caz doğmuş.

Caz dinlemek için Preservation Jazz Hall`a gidebilirsiniz.

Ayrıca, Tarih bölümünde bahsettiğim Cajun halkın müziği de bu bölgede oldukça yaygın. Genellikle Cajun Akordiyon, Cajun Keman ve Üçgen (çalgı) eşliğinde çalınan bu şarkılar çok eğlenceli. Biz şans eseri Bruce Daigrepont Cajun Band`i dinledik ve adam baya bir meşhur çıktı. Bruce`un grubunun söylediği ve Cajun`ların hikayesini anlatan bir video buldum, onu da sizinle paylaşıyorum.12510469_10154085375644311_5332252990058736737_n

Aç ayı oynamaz, Caz da yapmaz!

New Orleans`in kendine özgü, parmak ısırtan, tabak yalatan, çok çok lezzetli bir mutfağı var.

Zamanında köleler, ev sahiplerinden arta kalan yemekleri karıştırarak bu yemekleri uydurmuşlar. Dolayısıyla hepsi dünyanın en dandik ama bir o kadar da lezzetli yemekleri.

Gidince mutlaka yemeniz gerekenenler: Jambalaya, Po’Boy, Gumbo, Crawfish Etouffee,Muffulettas, Red Beans and Rice, Praline, Bananas Foster. Ayrıca Timsah eti veya kurbağa çorbası denemek isterseniz de New Orleans`da yiyebilirsiniz.

 

Yemek için meşhur yerler:

– Bourbon Street üzerinde Acme Oyster House. Kapısında her daim kuyruk olan, geçmişi 1900’lerin başına kadar giden bir yer.

Court of Two Sisters Bourbon Street üzerindeki başka bir meşhur restoran.

– İtalyan şef Duke LoCicero’nun restoranı Cafe Giovanni

Bourbone House Seafood Amerika’nın en iyi ilk 10 Deniz ürünleri restoranları sıralamasında ilk beşe girmiş bir istiridye bar

– New Orleans’a özel “beignet” tatlısıyla meşhur Cafe du Monde’a da mutlaka uğramalısınız. Beignet için şerbetsiz lokma tatlısı diyebiliriz, üzerine bol pudra şekeri serpiliyor ve kare formunda.12417666_10154085376219311_6388996449167452597_n

Rio Karnavalı da neymiş peeeh, bizim Mardi Gras`ımız var!

Eğer Mardi Gras zamanı New Orleans`a gidersem daha detaylı yazacağım. Şimdilik kısaca özetlemek gerekirse Mardi Gras, Rio Carnavalı`ndan sonra dünyanın en eğlenceli festivali olduğu söylenen, dünyaca meşhur bir festival. New Orleans’ın bu en büyük tatilinde her yer kapanıyormuş, tüm sokaklar insan seliyle dolup taşıyormuş. Bourbon Street üzerindeki evlerin balkonlarından aşağıya Mardi Gras boncukları atılıyor ve aşağıdan geçenler üstlerini açıyormuş. Kısacası mor, yeşil ve altın sarısı renklerdeki Mardi Gras boncukları kutlama boyunca “para” yerine geçiyor ve bu para karşılığından her tür çılgınlık satın alınabiliyormuş.

Mardi Gras`in Sözlük anlamı ‘Şişman (ya da ‘yağlı’) Salı’. Dolayısıyla Salı günleri kutlanıyor. Paskalya yortusuna bağlı olduğundan kesin bir tarihi yok, Şubat`ın sonu ya da Mart`ın başında kutlanıyor. Good Friday`den onceki 46 günlük oruç döneminin öncesindeki Salı günü yemek yenmesini hatırlatmak amacıyla bu adı vermişler. İngilizler aynı günü günah çıkartmaya ayırmışlar, “Shrove Tuesday” diyorlar. Yani İngilizler günah çıkartırken, Fransızlar tıka basa yemek yemeyi tercih etmiş.

Benim yaz yaz bitiremediğim New Orleans hakkında şarkı da yapa yapa bitirememişler. Sanki New Orleans`la ilgili şarkı yapmayan aforoz ediliyor. Yılmaz Erdoğan bile bir şiirinde New Orleans`dan bahsetmiş. Binlerce şarkıdan 15 tanesini bu yazıya dahil edebiliyorum. Sizinde aklınıza gelen başka şarkılar varsa comment bölümüne eklersiniz.

City-Shot NOLA Playlist:

1. The Animals – House of the Rising Sun

2. Elvis Presley – New Orleans

3. Sting – Moon over Bourbon street

4. Louis Armstrong – Do you know what it means to miss New Orleans

5. Bob Dylan – Blind Willie Mctell

6. Johnny Cash – Big River

7. Fats Domino – Walking To New Orleans

8. Rolling Stones – Brown Sugar

9. Cher – Dar

12. Jon Bon Jovi – Queen Of New Orleans

13. Elton John – My Father’s Gun

14. Tom Waits – I Wish I Was In New Orleans

15. Bob Dylan – Mr. Tambourine Man

k Lady

10. Deep Purple – Speed King

11. Led Zeppelin – Royal Orleans

 

Yosemite Natural Park’a Gidelim!!!!!!!!

Amerika’nın batı yakası doğa harikası  Milli Parklarla dolu.Üç senedir, kızım arkadaşları ile bu parklara gidiyor, konaklıyor, kamp kuruyor, ve fotoğraflar çekiyor. 1936455_10103750959468985_1513279870482483327_nHenüz biz ona katılamadık.Ama çektiği fotoğraflar anlattıkları, anlatırken yüzünün ifadesi muhteşem. Her gittiği yere tekrar gitmek için de ayrıca programlar yapıyor.Farklı mevsimlerde, uygun günlerini ayarlayıp, hazırlanıp keyifle yola çıkıyor. Bu yılbaşı tatilin de  de yine böyle bir geziyi çok önceden planlamıştı. 1918334_10103757506418845_4895961755060991104_nDefalarca gitmesine rağmen bu sefer de karlı halini görmek için tekrar Yosemite’ye  ve sonra da harika kıyılara Big Sur’a  gitti. 993817_10103758245881955_8432954652947611834_nBiz de onunla beraber Big Sur ve Carmel bölgesini adım adım daha önce gitmiş ve çok beğenmiştik.Dün Yosemite ve Big Sur dönüşü, bu güzel yerleri bize de anlattı, çektiği fotoğrafları bir kısmını gösterebildi, çoğu raw çektiği için henüz hazır değildi… Bu muhteşem parklar için artık yavaş yavaş sıra bize geliyor. Ben de bu güzellikleri bana uygun olacak koşullarda görmeyi çok istiyorum. Yeni yıl isteklerime koydum,….Annem öyle derdi, canım, yor yora kızım Allah verir. Çok da güzel bir anne kız masalı anlatırdı, sonrasında… Ben de öyle yapıyorum, hem kendim için hem ilgilenirseniz sizler için…Başak gördüklerini yazarsa paylaşırım. Ben bu gün, sabah anlattıklarını  araştırayım derken genç çift Çağrı ile Bilge’nin yazılarını keşfettim. Bilge o kadar güzel, içten  anlatmış, fotoğraflamış ki çok beğendim. Yola çıkmadan önce öncelikle (böyle hazırlanıp yazdığıma göre demek ki kesin gideceğim,)  Yosemite Milli Park yazısını  paylaşayım, Başak’tan dinlediklerimi, sizlere de Bilge’den aktarayım istedim.   Önce Başak’ın çektiği iki Yosemite ve  bir Big Sur fotoğrafını koyarak başladım,..sevgiler, sevgiler… Sıra bize de gelsin, doğada olmayı seviyor, ilgileniyorsanız size de gelsin diyerek…

http://cekimetkisi.com/zamananotlar/2015/01/29/abd-bati-yakasi-gezisi-7-ve-son-durak-yosemite-milli-parki/

 

ABD Batı Yakası Gezisi: 7. ve Son Durak: Yosemite Milli Parkı

Bir süredir anlata anlata bitiremediğim Batı Yakası gezimizin son durağı, Yosemite Milli Parkı oldu. Ben bu son durağı yazarken, siz de okurken aşağıdaki çok sevdiğim şarkı çalsın fonda. Ağza dolanma garantili, dikkat.

Eveet. San Francisco’daki bol koşturmacalı 2, toplamda ise 11 günlük yorgunluktan sonra, 12. günümüzde Yosemite’nin bize iyi geleceğini düşünerek çıktık yola.

Kısaca bilgi vermek gerekirse, 3.108 km²’lik bir alanı kapsayan, her yıl yaklaşık 3.5 milyon kişi tarafından ziyaret edilen ve UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bir park burası. Çok büyük kayalıkları, buzulları, şelaleleri, akarsuları ve dev sekoya ağaçları ile meşhur. Sekoya ağaçları, bu büyüklükteki kayalar ve parkın neredeyse %95’inde var olan vahşi hayatı hariç tutarsak, Türkiye’de birçok farklı mesire yerinde gördüğümüz güzelliklerin bileşimi gibi düşünülebilir 🙂 Yani genel olarak görülen manzara, Grand Canyon’daki kadar değişik bir manzara değil. Bu arada, Grand Canyon yazımı okumadıysanız, şuradan ulaşabilirsiniz.

San Francisco-Yosemite arası yol, araba ile yaklaşık 3.5-4 saat sürüyor. Biz sabah erken saatlerde çıktığımız için öğle vakitlerinde Yosemite’ye vardık. Parka 20 dolarlık ücret ödeyerek, 7 günlük giriş hakkı kazanılıyor. Grand Canyon ve burada şahit olduğumuz bu 7 günlük bilet fikrini çok takdir ettim ben, güzel bir uygulama. Biz parka El Portal yolu üzerinden giriş yaptık, farklı kapılardan girmek mümkün. Ama aşağıdaki gibi kayaların arasından geçmek istiyorsanız bu yolu kullanmanız gerekiyor 🙂

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Bu parka gelirken kesinlikle hava durumunun dikkate alınması lazım. Bizim Batı Yakası gezisi için getirdiğimiz kıyafetler pek kalın olmadığı için, parkta arabadan iner inmez resmen donduk. Tamamen doğa ile başbaşa olacağınız bu parka bahar ya da yaz aylarında gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bizim bir daha gelme imkanımız olmadığından mecburen Aralık ayında yaptık bu geziyi. Yolda ve parkta kar olacağına dair beklentimiz de vardı aslında, çok şükür ki biz oradayken hiç kar yağmadı. Fakat hava gerçekten çok soğuk ve rüzgarlıydı.

Bir diğer tavsiyem de, kapıda bilet için ödeme yaptığınız esnada verilen haritayı iyice incelemeniz. Zira parkın içindeki tabelalar çok yönlendirici ve yeterli değil. Hatta parkın içinde görmek istediğiniz noktaları ön bir araştırma ile belirleyip haritada işaretlemek çok daha faydalı olabilir. Gitmek isteyeceğiniz noktalar arasında 1-2 saat gibi ciddi mesafeler var. Yani, parkın her yerini görmek isteyenler için kesinlikle 1 günden fazlası lazım. Biz 2 gün peşpeşe gittik çünkü havanın erken kararması en buyuk sıkıntımız oldu. Havanın geç karardığı aylarda, bir tam gün genel hatlarıyla bu gezi için yeterli olabilir bence.

Girişte verilen haritada, vahşi hayvanlarla karşılaşmamız durumunda neler yapmamız gerektiği uzun ve detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Bu bana önce, klasik aşırı ihtiyatlı bir Amerikan uyarısı gibi geldi. Daha sonra arabayı park ettiğimiz her yerde, arabanın içinde görünür ya da görünmez şekilde yiyecek bırakmanın tehlikeli olduğu uyarılarını gördük. Bir de, yiyecekleri (ve dolayısıyla kendinizi) ayılardan korumak için büyük çöp kutularını andıran kilitli yiyecek depolarını gördükten sonra bu uyarıların ihtiyatın ötesinde bir durum olduğunu kavramış bulunduk 🙂 Daha sonra internette gördüğüm fotoğraflar da, her an bir ayı ile burun buruna gelebileceğimizi resmen kanıtladı.

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Her ne kadar bu durumdan heyecanlansak da, iki gün hiçbir vahşi hayvanla karşılaşmadık. Belki çok ıssız yerlere gitmediğimiz içindir, belki de ayılar kış uykusundadır bilemedim şimdi 🙂

Parkın içinde görülmesi gereken en önemli ve güzel yer, kesinlikle Yosemite Valley. Zaten birçok popüler nokta da bu vadi içerisinde yer alıyor. Tunnel View, El Capitan, Glacier Point, Yosemite Village, Upper ve Lower Yosemite Falls, Half Dome ve Bridalveil Fall burada görebileceğiniz yerlerden bazıları. Bunların bir kısmı için ana yoldan ayrılıp bir süre patikalardan yürümek gerekiyor. Biz ilk gün bu vadi içindeki yerleri gezdik sırasıyla. Çok fazla yürüme gerektirenlere ise hava koşulları nedeniyle yalnızca uzaktan bakarak yetindik.

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

DSC02588

DSC02615

DSC02635

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Tunnel View manzarası gördüğüm en güzel doğa manzaralarından biriydi diyebilirim. İkinci fotoğrafı çektiren biz olmasak, bir poster önünde poz vermişiz diyeceğim 🙂

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

İkinci gün ise ilk iş olarak Mariposa Grove adındaki sekoya ağaçları ile meşhur bölgeye gittik. Burada yaklaşık 500 adet yetişkin sekoya ağacı bulunuyormuş. Sekoya ağacının en önemli özelliği, muhtemelen dünya üzerindeki en büyük ve en yaşlı canlılar olmalarıymış. Yaşları 3,000 yılı geçebiliyormuş bu ağaçların. Şaka gibi.

Bizim sekoya ağaçlarını görme maceramız şöyle oldu. Araç park yerinde yer olmayınca, ben arabadan inip şöyle hızlıca bir bakayım dedim ilerilere doğru. Dev ağaçların gölgesinde kalan yolun buz olduğunu fark etmemle beraber tepe taklak olup yapıştım yere. Bir miktar dağın başında olduğumuz için epey endişelendik bir yerimi kırdım mı acaba diyerekten ama çok şükür bir şey olmadı. Birkaç saat ağrıyan el bileğim dışında. O anın paniği ile olacak ki, park yeri bulamayışımızın da kızgınlığıyla, hiçbir şey göremeden döndük Mariposa Grove’dan. En çok merak ettiğim yer olmasına rağmen kısmet değilmiş dedik, napalım. İnternetten bulduğum birkaç fotoğraftan anlaşılabileceği üzere masal gibi bir yer burası. Şöyle ki;

Yosemite-MariposaGrove_01

DSC02759

Bir zamanlar gövdesinden araba geçen, şimdi ise devrilmiş halinin görülebildiği meşhur Wawona Tree de yine bu bölgede yer alıyordu ama biz göremedik ne yazık ki.

wawona-postcard1

Mariposa Grove’dan çıktıktan sonra da, parkın diğer ucundaki Tuolumne Meadows‘a gidecektik ama düşme olayından sonra ne yalan söyleyeyim tüm gezme şevkimizi kaybettik. Öyle olunca da tekrar Yosemite Valley’e dönüp, fazla uzaklaşmadan güvenli yerlerde bir süre takıldık 🙂

DSC02798

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

Yosemite Milli parkı gezi yazısı fotoğraf

DSC02808

Parkta çok büyük bir alanın yanmış olduğunu görünce merak edip sonrasında öğrendiğim şey ise çok ilginç. Bu parkta çıkan yangınlara bir süredir kontrollü bir şekilde izin veriliyormuş. Yangından kaynaklanan ısının sekoya ağaçlarının çoğalmasına yardımcı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış. Konuyu daha detaylı merak edenler şu videoyu izleyebilirler. Bir de kuruyan, devrilen ağaçlar vardı parkın her yerinde, hiç dokunulmamış. Ekolojik sebeplerle bırakıyorlarmış öylece, devrildikleri yerlerde hayvanlara habitat oluşturdukları için. Görüntüyü yer yer biraz bozsalar da, ben sevdim bu doğal halini her şeyin.

Son bir bilgi. Son zamanlarda medyanın dakika dakika takip ettiği bir gelişme oldu Yosemite’de. Parkın içindeki El Capitan adlı dev kayanın Dawn Wall adlı yüzeyi serbest kaya tırmanışı açısından dünya üzerindeki en zorlu yerlerden biriymiş. Burayı tırmanan iki sporcunun, tırmanışlarını tamamladıkları 19. günlerine kadar her dakikası takip edildi. Videolarını izleyip de hayran kalmamak mümkün değil. Bu tırmanış şekli, sporcuların tırmanmasına yardım eden bir halattan ziyade, yalnızca güvenliklerini sağlayan bir ip yardımıyla yapılıyormuş. Parmak uçları o kadar kötü yara oluyormuş ki tırmanırken, bir müddet sırf bu yaralar kabuk bağlasın, biraz olsun iyileşsin diye mola vermeleri gerekiyormuş. Gerçekten inanılmaz.

Gel gelelim nerede konakladığımıza.. Biz Yosemite’deki ilk günümüzün gecesinde, parka 60 km mesafedeMariposa denilen yerdeki 5th Street Inn adlı otelde kaldık. Odamız stüdyo bir daire şeklindeydi ve gerçekten çok güzeldi. Parka olan mesafesi uzun olsa da, gezimizin son gecesini güzel bir odada konaklayarak geçirdiğimiz için biz çok memnun kaldık. Bir de otelin hemen yanındaki Pizza Factory‘de bir pizza yemişiz ki, tadı hala damağımda!

DSC02689

İki gün üst üste doganın tadını çıkardıktan sonra, New York uçağımızı yakalamak üzere koyulduk tekrar San Francisco yoluna. Bir süredir çok alıştığımız kiralık arabamızı iade edip, uçağımıza bineceğimiz kapıya geldik. Tam da o sırada tüm ekranlarda 2015 için Times Meydanı’nda yapılan geri sayım vardı, yeni yıla giriyorduk 🙂

O andan kaç saat sonra, hangi şehir sınırları içerisinde yeni yıla girdik bilmiyorum. Ama hayatımızda ilk defa gökyüzündeyken yeni yıla girmiş olduk 🙂 İnşallah bütün bir yıl uçmayız dilekleriyle!

Batı Yakası yazılarımın sonuna geldim ya, hiç bitirmek gelmiyor içimden, lafı uzattıkça uzatıyorum 🙂

Şarkıyla başladık, bir başka nefis West Coast şarkısıyla bitsin o zaman,

Bu arada, İngilizce klavyem yüzünden Türkçe karakter olmaksızın yazdığım tüm Batı Yakası serisini bıkmadan düzelten biricik Çağrı’ya, yazılarımı okuyan ve bana çok güzel dönüşler yapan tüm arkadaşlarıma/aileme ve tabii ki bu anıları blogunda ölümsüzleştiren canım ablam Burçay’a teşekkür etmek boynumun borcu oldu. Sağ olun, var olun 🙂 Ben bu gazla daha çoook yazılar yazarım 🙂

Sevgiyle,

Bilge Nilsun Kale

 

Not: Çağrı’yla beraber yazdığımız tüm ABD yazılarının linklerini kaçıranlar için burada tekrar vereyim: Orlando Universal Eğlence Parkı, Orlando, MiamiŞikago, Vaşington, Columbia Üniversitesi, Newport, Boston/Salem

Ve bu yazı dizisi: Batı Yakası Gezisi 1Batı Yakası Gezisi 2, Batı Yakası Gezisi 3, Batı Yakası Gezisi 4, Batı Yakası Gezisi 5, Batı Yakası Gezisi 6, Batı Yakası Gezisi 7, Batı Yakası Gezisi 8

New York yazıları için takipte kalın 🙂

DSC02802